Hz. Ebû Zer el-Ğifâri (ra)
Asıl ismi „Cündüb bin Cünâde“ olan Hz. Ebû Zer (r.a.), kabilesinin hırçın tabiatlı, cesur bir ferdi idi. Cahiliye Devri’nde süvarilerin önünü kesmekle tanınırdı. Bu sebeple Medine civarındaki kabileler Gıfarlı Hz. Ebû Zer’den (r.a.) bir hayli rahatsızdı.
Günün birinde Mekke’den kulağına bir haber ulaştı: „Biri çıkmış, Kureyşlilerin dinine meydan okuyormuş, yeni bir din getiriyormuş. Kureyşliler kendisine karşı çıkmışlar.“ Garip yaradılışlı biri olan Hz. Ebû Zer (r.a.) merakını çeken bu haberi araştırmak ve Yeni Peygamber’den haber getirmek için kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderdi.
Üneys gidip araştırdı. Dönünce „Muhammedü’l-Emîn“ denilen zatın peygamberlik iddia ettiğini, iyi ahlakı telkin edip kötülüklerden uzak kalmayı istediğini söyledi. Mekkelilerin bir kısmı ona „şair“, bir kısmı „kâhin“ diyorlardı. Ancak kendisi de bir şair olan Üneys „Fakat ben şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hiçbirine benzemiyordu“ dedi.
Hz. Ebû Zer’in (r.a.) merakı daha çok tahrik oldu. Kardeşinin söyledikleriyle tatmin olmadı, „Sen gönlüme şifa verir bir haber getirmedin“ dedi ve yol azığını hazırlatıp tek başına Mekke yoluna düştü. Günlerce yol aldıktan sonra nihayet Mekke’ye vardı. Kimseye sezdirmeden Peygamber olduğunu iddia eden zatı bizzat gözetlemeye başladı. Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği hâlde Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) bir türlü görüp tanıyamadı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla hayatına devam etmeye başlamıştı.
Bir gün Hz. Ali (r.a.) Kâbe’nin yanından geçerken Hz. Ebû Zer (r.a.) gözüne takıldı. Hâlinden garip ve yabancı biri olduğunu anladı ve onu misafir etti. İkisi de tedbirli ve ihtiyatlı idi. O gün birbirlerine açılamadılar. Zira müşrik zulmü öylesine kuvvetliydi ki birinin Müslüman olduğunu haber alır almaz hemen üzerine çullanarak bayıltıncaya kadar dövüyorlardı.
Ertesi gün Hz. Ali (r.a.) onu tekrar evine davet etti. Eve vardıklarında Hz. Ali (r.a.) aralarındaki sır perdesini araladı ve Hz. Ebû Zer’in (r.a.) amacını öğrendi. „Şüphesiz sen tam aradığının içine düştün! Ben de onun yanına gideceğim. Sen arkamdan gel. Beni takip ederek onun huzuruna girersin“ dedi ve Hz. Ebû Zer’i (r.a.) Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna götürdü.
Hz. Ebû Zer’de (r.a.) heyecan son haddine varmıştı. Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) görür görmez ona hayretle baktı ve „Bana hemen dinini anlatıver“ demekten kendisini alamadı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebliğ ettiği yüce dini kısaca kendisine anlattı. İçi içine sığmıyordu. Sanki dünyaya meydan okuyacak bir Hz. Ebû Zer (r.a.) olmuştu. Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, „Ey Ebû Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı haber aldığında döner gelirsin“ buyurdu. Fakat Hz. Ebû Zer (r.a.) „Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki ben bu hakikati müşriklerin ortasında haykırırım“ dedi.
Kâbe’de Kureyş müşriklerinin toplu bulunduğu yere vardı, „Ey Kureyş cemaati! Beni dinleyin. Biliniz ki ben Ebû Zer, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna kesin olarak şehadet ediyorum“ dedi. Bu meydan okuyuşu duyan azgın müşrikler ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla Hz. Ebû Zer’in (r.a.) üzerine saldırdılar. Hz. Ebû Zer (r.a.) mücadele ettiyse de nafileydi, bayılıp yere yığıldı. Bu hâl birkaç kere tekrar edildi.
Hz. Ebû Zer (r.a.) bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Annesi, kardeşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu. Bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etti. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın Ashâbı arasında yer aldı. Onun yakın hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar huzurunda kalır ve sohbetlerinde bulunurdu. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hastalığında daima başucunda duran ve son nefesinde yanında bulunan sahabilerden biri de Hz. Ebû Zer idi (r.a.).
Allah Resûlü’ne o kadar yakındı ki bazen ondan „dostum“ diye söz ederdi. Bağlılığı o kadar büyüktü ki bizzat Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) „İnsanın kalbi sevdiğine karşı nasıl olur da bu kadar muhabbetle dolu olur diye hayret ediyorum! Benim kalbim yalnız Cenâb-ı Hakk’ın ve Resûlünün sevgisiyle doludur“ derdi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onun hakkında „Yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür“ buyurmuştu. Onun hayatı gerçekten hep bu ifadenin doğrulanması şeklinde geçti. Tebük Seferi’nde devesi çok yaşlı olduğu için ordudan geri kaldı. Devesinin yürüyecek takati kalmayınca onu bırakmış, yükünü sırtına yüklemişti. Tek başına aç susuz yollara koyulmuştu. Nihayet bin bir güçlükle İslam ordusuna yetişmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebû Zer’i (r.a.) görünce sevindi ve „Allah Ebû Zer’e rahmet etsin. O yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür“ buyurdu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zaman zaman Hz. Ebû Zer’e (r.a.) tavsiyelerde bulunurdu. Bir gün Hz. Ebû Zer (r.a.) Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) ricada bulundu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: „Sana Allah korkusunu tavsiye ederim; çünkü Allah korkusu her şeyin başıdır. Okuyabildiğin kadar Kur’ân oku ve Allah’ı an. Çok gülmekten sakın. Cihattan ayrılma. Çok konuşmamaya alış. Fakirleri sev ve onlarla oturup kalk. Acı da olsa daima hakkı, doğruyu söyle.“
Hz. Ebû Zer (r.a.) mürüvvet sahibi biriydi. Sonraları Şam’a yerleşti. Çok sade bir hayat yaşadı. Gösterişe meyletmediği gibi meyledenlerden de hoşlanmazdı. Son derece kanaatkârdı. Kendisine 4000 dinar maaş bağlanmıştı. Fakat bu paranın çok azını kendine sarf ediyor, büyük bir kısmını fakirlere tasadduk ediyordu. Çünkü müminlerin kazançlarını Allah yolunda sarf etmeleri gerektiğine inanıyordu.
Vali Muâviye (r.a.) onun samimiyetini ölçmek için bin altını bir hizmetçisiyle bir gece yarısı Hz. Ebû Zer’e (r.a.) gönderdi. Hz. Ebû Zer (r.a.) parayı alır almaz hemen fakirlere dağıtıverdi. Muâviye (r.a.) onun samimi olduğunu anladı. Durumu Halife Hz. Osman’a (r.a.) bildirip onu Medine’ye gönderdi.
Hak bildiği bir meseleyi söylemekte kimseden çekinmeyen Hz. Ebû Zer (r.a.) burada da herkese bildiği hakikatleri anlatmaya devam etti. Nihayet halife ve kendisinin de muvafakati üzerine Medine dışında Rebze köyüne gitti. Hayatının son senelerini burada geçirdi.
Hicret’in 31. senesinde ölüme iyice hazırlanmıştı. Yanında hanımı ile bir tek hizmetçisi vardı. Onlara „Ölünce beni yıkayıp kefenleyin, sonra da yolun ortasına koyun“ diye vasiyet etti. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) „Sizden biri ıssız yerde vefat edecek. Onun cenazesinde müminlerden küçük bir topluluk hazır bulunacak“ hadisini hatırlatarak ruhunu teslim etti.
Hanımı ile hizmetçisi vasiyetini yerine getirip cenazesini yol üzerine koydu. O sırada Irak’tan içlerinde Abdullah bin Mes’ud’un (r.a.) da bulunduğu bir kafile çıkageldi. Hizmetçi „Bu Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sahabisi Ebû Zer’dir. Kendisinin gömülmesi için vasiyet etti. Yardım ediniz“ dedi. Abdullah bin Mes’ud (r.a.) kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı ve „Peygamber Efendimiz ‚Sen tek başına yürüyecek, tek başına yaşayacak, tek başına öleceksin‘ buyurmakla ne kadar doğru söylemiş“ dedi. Arkadaşlarıyla birlikte inip Hz. Ebû Zer’in (r.a.) namazını kıldılar ve orada defnettiler.
“Kardeşine güler yüz göstermen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermen sadakadır. İyi görmeyen birine yardımcı olman sadakadır. Taş, diken ve kemik gibi, insanlara zarar verecek bir şeyi yol üzerinden kaldırman sadakadır. Kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.” (Tirmizî, Birr: 36)
Hadis-i Şerif